Why I Write - George Orwell Neden Yazıyordu


George Orwell'in, meşhur 1984'ten hemen önce yazdığı bu makalede, yazarın yazın serüvenine tanıklık ediyoruz. Yazıyı politikadan ve tarihten kopmadan estetik bir haz için yazdığını detaylarıyla anlatıyor Orwell. Böyle bir makale yazmak için insanın yazın hayatını, kendi dilini ve üslubunu oturtmuş olması gerekiyor; yani gerçekten neden ve nasıl yazdığını bilmesi gerekiyor herhalde.

Orwell'in burada savunduğu aslında kısaca; insanın yazmak için hem politik hem sanatsal bir yönünün olması gerektiği. Ayrıca yazı yazmanın insan egosunu ne kadar beslediğini de örneklendiriyor. Sonuçta yazıda her zaman bir okunma davası vardır. Okunmak, bilinmek, zeki görülmek, eleştirilmek, sevilmek için yazarız, diyor; doğru diyor. Hiç olmadı, birilerini sinir etmek, fikirlerimizi empoze etmek, kavga çıkarmak ya da uzlaşmak için yazarız; ama egomuzu mutlaka besleriz yazarken. Geçen kış Boğaziçi Üniversitesi'nde Hakan Günday'ın söyleşisine katılmıştım. Özellikle ilk kitaptan ve onun başarısından sonra insan nasıl olur da okuyucuyu düşünmeden yazmaya devam edebilir, bu baskıdan kurtulmak için bir çabanız var mı, demiştim. O da bana odasına girdiğinde tüm bu baskıları kapının dışında bıraktığını söylemişti. Bu mümkün mü ki? Bahsettiğim bu baskı kişinin egosu değil mi, egoyu kendinin dışında tutabilmek mümkün mü? Onu da geçtim egosuz üretmek, beyindeki çatışmaları sakinleştirip bir yol bulmak mümkün mü?

Orwell, makalesinde çocukluk deneyimlerinden de bahsediyor; çünkü çocukluğun, kişinin yazı tarzında çok etkili olduğunu düşünüyor. Her sanatçı gibi o da beş yaşında yazar olması gerektiğine karar vermiş, on altı yaşında da kelimelerin birleştiğinde çıkardığı sesten zevk almaya başlamış. Bu yüzden sanatsal bir dilde yazmaya başladığını düşünüyor.

Makalenin dili biraz resmi, ve zaman zaman sıkıcı olabiliyor. Ancak George Orwell gibi eşsiz bir yazarın yazma motivasyonlarını, üslubunu oluşturan çevresel ve kişisel etkenleri merak edenler için güzel bir kaynak olabilir bu kitap.

Ben, Penguin'in çok sevdiğim Great Ideas serisinden okudum "Why I Write"ı; geçen yıl Sel Yayıncılık'ın da Türkçeleştiğini görünce çok sevinmiştim ama. Orijinal dilini buradan, Türkçe çevirisini buradan inceleyebilirsin.

Ne Kadar İleri Gidebilirsin? The Booth at the End


Şimdi kendine odaklan ve çok fazla istediğin şeyleri düşün? Dünyanın en zengini mi olmak istiyorsun? Tayyip, kameralar önünde üzerine asit dökülmüş gibi eriyip ölsün mü istiyorsun? Vücudundaki tüm mikroplardan kurtulmak mı istiyorsun? Ya da çok basit bir şekilde her sabah uyandığında kahvaltını hazır mı bulmak istiyorsun? Ya da işi zorlaştıralım; ölümsüz olmak mı istiyorsun? Hepsi mümkün, imkansızın olmadığı bir dünyadayız, evet. Senin tüm isteklerini gerçekleştirmene yardım edecek biri var: The Man (Adam)

Tek yapman gereken bu adamın karşısına geçip isteğini söylemen. O, sana bir görev verecek ve görevi tamamladığında isteğinin gerçekleştiğini göreceksin. Sadece bir şartı var: yaptığın görevi tüm ayrıntılarıyla adama anlatmak zorundasın. İşte bu kadar kolay.

Twitter'daki "Bana 20 gün eşlik edecek güzel bi' diziye ihtiyacım var. İç açıcı, ağlak olmayan, hatta komik. Hadi?" çağrıma cevap veren Nazlı'nın tavsiyesiyle The Booth at the End'i izledim. Hiç iç açıcı ya da komik olmasa da ilk bölümüyle kapılıverdim. Dizi, ortalama iki dakikalık bölümlerden oluşan bir internet dizisi. O yüzden toptan izlediğim için memnunum. İki sezonu izlemek toplamda hayatından dört saat alıyor yani.

Bir restoranın en köşe masasında defter ve kalemiyle oturan gizemli bir adam var. Onu bulan insanlara isteklerini gerçekleştirmek için görevler veriyor. Başlarda "ne alaka?" diyebiliyorsun ama izledikçe, olaylar birbirine bağlandıkça heyecan artıyor. Çocuğunun iyileşmesini isteyen bir baba, güzel olmak isteyen bir genç kadın, kocasının eve dönmesini isteyen bir ihtiyar... İsteklerin sınırı yok; peki ya yapmaları gereken görevler? Banka soymak, çocuk kaçırmak, birine işkence etmek, birkaç kişiyi ağlatmak... İnsanların ahlâklarını sorguluyor, ne kadar ileri gidebileceklerini gözlemlemek istiyor bu adam.

The Man'i tanrı olarak düşünenler de var, ama belki de sürekli uyup durduğumuz şeytanın kendisidir. Hatta dizide biraz da Faustus havası var, ancak the Man'de zorlama yok, ruhunu satmak yok; isteğinden vazgeçersen, görevi yapamayacağını anlarsan anlaşmadan her an cayabiliyorsun. Harika bir anlaşma, değil mi? Valla ortalama iki dakika süren bölümleriyle, konusuyla, mükemmele yakın oyunculuklarıyla beni epey etkiledi The Booth at the End. İzlersen haberim olsun.

Buranın pastırmalı sandviçlerinin çok iyi olduğunu duymuştum.

Kechribari - Şarap Tadımımızı mı?


Yirmi günlük Atina macerasından aklımda ya da damağımda kalan yüzlerce şey oldu belki, ama şimdi bahsedeceğim şarabın yeri ayrı. İğrenç bir peynir tabağı deneyiminden sonra kırmızı şarap içmeyi bırakmıştım çok önceleri. O yüzden ya kırmızı ev şarabı ya da beyaz şarap içiyorum artık. Beyaz şarap söz konusu olunca, Atina beni hiç yarı yolda bırakmadı. Hele Kechribari... Şarap uzmanı değilim elbette; ama şimdiye dek içtiğim en güzel beyaz şaraplardan biri. Şarap uzmanı olmadığım için de tadını tarif edemeyeceğim sanırım. Kendi üslubumla anlatmaya kalkarsam, insana oturduğu yerde kıçını sallatan bir lezzet diyebilirim yalnızca.

Şarabın reçineli olduğunu duyunca biraz garipsedim tabii; ama şarapta reçine kullanımı Yunanistan'da çok çok öncelere dayanıyormuş. Fıçılar ve cam şişeler henüz bulunmadan önce, iki bin yıl kadar öncesinden bahsediyorum, testilerde muhafaza edilen şarapların tazeliğini korumak için testilerin ağızları çam ağaçlarından alınan reçinelerle mühürleniyormuş. Reçine aroması da zamanla şaraba geçiyormuş. İnsanlar bu tarifi öyle beğenmiş ki fıçılar ortaya çıktıktan sonra bile şarabı reçine aromalı yapmaya devam etmişler. Reçinelerin sertleşmesiyle ortaya çıkan "kehribar" diye bildiğimiz taş da bu müthiş şaraba adını vermiş. Masal da burada bitmiş.

Reçineli şarabın rengi, bildiğimiz beyaz şaraplarınkinden biraz farklı. Yeşilli sarılı bir rengi ve yeşilli bir ferahlığı var. Yemek-şarap kombinasyonu yapamayan, mantıyla bile şarap içebilen biri olduğum için yemek önerisi yapamıyorum, ancak söylenilene göre daha çok Akdeniz ve Ege yemekleriyle içilmesi gerekiyormuş bu şarabın; ki doğru sanırım. Gerçi şimdi bir şişecik Kechribari'm olsa iki dilim peynir, biraz ekmek ve zeytinyağı da yeterli olurdu benim için.

Kechribari'yi ben Acropolis Müzesi'nin restoranında içtim. Daha sonra da marketlerde, bakkallarda ya da havaalanında da bulamadım. O yüzden Yunanistan'a gidenlerden özel siparişimdir, bilinsin. Henüz denemedim ama aynı yöntemle üretilen Retsina isimli bi' şarap aldım onun yerine. Yani bundan böyle reçine de reçine!

Black Mirror - Şu Karanlık Yansımamız


Biri beni durdursun, gene İngiliz öveceğim!

İlk sezonu 2011'de, ikinci sezonu 2013'te yayınlanmış bir mini İngiliz dizisi Black Mirror. Açıp izlemeye başladığında yandan yandan bolca dram ve gerilim sızdıran, genel olarak bilim-kurgu türünden sayabileceğimiz distopik öyküler anlatıyor toplam altı bölümde. Bölümlerin konuları birbirinden bağımsız, yönetmenleri ve yazarları da bambaşka; ancak hepsi insanı silkeleyip üzerine beton dökecek kadar karanlık, kan dondurucu ve etkili.

Konumuz teknoloji. Hepimizin elinde, evinde, uyku dahil hayatımızın her yerinde sinsice yer eden teknolojinin aslında bizi nasıl allak bullak ettiği ya da edebileceğiyle ilgili şimdilik gerçeküstü hikayeler anlatılıyor Black Mirror'da.

Ölen kişileri geri getirebilen bir uygulama ya da kafanın içinde yaşadıklarını kaydeden ve istediğin zaman tekrar izleyebilmeni sağlayan bir çip düşün. Aslında kulağa hoş geliyor, sonsuz yaşamın ve sonsuz güvenin müjdesini veriyor gibi; ancak bu ihtimalleri biraz düşününce nasıl korkunç sonuçlara yol açabileceğini görebilirsin. Sana kendini harika, eşsiz ve mutlu hissettiren uyuşturucunun seni günden güne kemirip bir anda çökertmesi gibi işte.

Teknolojiyle hayatını daha rahat kontrol edebildiğini düşünen bizler, aslında teknoloji denen bin dişli canavarın elindeki minik oyuncaklar mıyız? Düşünce özgürlüğünün somut kanıtı olarak gördüğümüz sosyal medya hesaplarımızı biz mi yönetiyoruz, yoksa çoktan sosyal medyanın kölesi mi olduk? Kölelik, özgürlük, aynı cümlede; sonsuz bilgi erişimi ve ışığı söndüğünde suratımıza kapkara bir ayna tutan teknolojik aletler, hepsi aynı cümlede, hepsi bu dizide ve tabii ki aslında hepsi hayatımızın tam da içinde.

Şimdi telefonunu, tabletini, bilgisayarını kapat ve o kara aynadaki yansımana bak...

Postcrossing İle Dünyayı Gezmek (!)



Bir yabancıya en son lisedeyken mektup atmışımdır, o da okuldan aldığımız mektup arkadaşı adresine işte. Zaten bir kere cevap gelir, sonra kesilir o mektuplar. Seni hiç tanımayan birine kendini anlatmak mektupla çok kolay ve zevkli olabiliyor. Tabii devam ettirebilirsen.

Ama kartpostal daha başka. Kendini anlatmak için ne kadar az zamanın ya da yerin varsa, o kadar stresli ve heyecanlı olabiliyorsun. Can sayesinde başladığım kartpostal gönderme merakı, artık bende bir zevke dönüştü. Öyle ki, düğün davetiyemizi bile kartpostal olarak gönderdik kutulara. Birileri "kartın geldi, oley!" dediğinde dört köşe oluyorum sevinçten. 

Uzaklardayken sevdiklerine ya da uzaklardaki sevdiklerine kartpostal göndermek seni tatmin etmiyorsa, gel sana biraz Postcrossing'den bahsedeyim. Ücretsiz üye olabileceğin bu sitede istediğin zaman adres talep edebiliyorsun. Dünyanın herhangi bir yerinden, öylece birini seçip, adresini veriyor sistem sana. O kişinin profiline girip nasıl kartlardan hoşlandığını, zevklerini, ilgi alanlarını da inceleyebiliyorsun. Kartpostal geleneğini sürdüremediğimizden ortalıkta güzel kartlar bulmak çok zor, o yüzden genellikle kişiye özel kart gönderemiyorum ben maalesef. Gittiğim yerlerden aldığım kartları ya da burada bulduğum eski İstanbul, Osmanlı, Atatürk vb konulu kartlar gönderebiliyorum.

Sen de profilinde zevklerinden bahsedebilirsin, karta yazılmasını istediğin şeyleri bile belirtebilirsin. Mesela ben, bana kart göndereceklerden, yaşadıkları ülkenin en meşhur yemeğinden bahsetmelerini istiyorum. Kendi dilinde bir cümle yazmasını isteyebilirsin, Türkiye'yle ilgili bildiklerini sorabilirsin, hava nasıl, diyebilirsin... Çeşitlendirmek mümkün. Postcrossing'i bir süre Gezi direnişini dünyaya duyurmak için kullandığımı da saklamayacağım. Dünyanın çeşitli yerlerinde #direngezi dolaşıyor, ne heyecan verici!

Yasaklarlar, engellerle dolu bir gelecek başlamadan önce sesini bir yerlere duyurmak, kendini kusana kadar anlatmak, dünyayla iletişimin henüz kesilmeden önce birilerinin posta kutusunu sevindirmek istiyorsan Postcrossing'i mutlaka denemelisin. Şu benim profilim: http://www.postcrossing.com/user/rememberthefifth

Bu da bizim kartpostal kutumuz.



Hayata Uyanmak: Waking Life

Bir rüya hastasına sorulacak en tehlikeli soru: Uyanıkken mi uyur-gezer haldeyiz, yoksa rüyadayken mi uyanık-gezer haldeyiz? Bu lanet sorunun cevabını belki bu asırda falan bulamayacaksın; ama düşünürken sana eşlik edecek harika bir film biliyorum: Waking Life


Film, dijital kamerayla çekilmiş, daha sonra bu görüntüler animasyon haline getirilmiş. Elimizde sulu boyadan fırlayan gerçekçi insan figürleri var. Görüntüler, filmin konusu ve kurgusuyla çok uyumlu; bilinç akışını çok iyi temsil ediyor. Film, lucid rüya deneyimi yaşayan bir gencin gerçek dünyayla rüyalar arasındaki çizgiyi bulmaya çalışmasını anlatıyor. Gerçeklik, uyku, rüyalar gibi konuların üzerinde durup karşısına çıkan çeşitli insanlarla felsefi konuşmalar yapıyor. Bize yakın ya da uzak, pek çok görüşü ve deneyimi dinliyoruz film boyunca; hayatın anlamını, kadın-erkek ilişkilerini, politikayı ve lucid rüya deneyimini enine boyuna tartışıyoruz.

Filmde esas meselemiz gerçeklik ve rüyalar; ancak bunların da temelinde yatan tanrı inancı ve dinler olduğundan bu noktaların da özellikle üzerinde duruluyor. Hani böyle rakı sofrasında ya da herhangi başka bir şekilde kafanız güzelken birbirinize sorduğunuz varoluşsal sorular var ya; işte o sorulara Waking Life'ta yanıt bulabilir, ya da en azından, bunları düşünen bir ben değilmişim, diyerek içini rahatlatabilirsin.

Filmin yönetmeni, daha çok "diyalog" üzerine filmler çeken Richard Linklater. Her zaman dediğim gibi, benim için filmlerde mekân ve zamandan çok konuşmalar ve bunların içeriği önemli. Bu filmde de beynini yakacak kadar fazla konuşma var. Biraz da belgesel tadında bir film izleyeceksin; çünkü filmin oyuncuları arasında bu işe zamanını harcayan bilim adamları da var. Ayrıca bu film, felsefe okuyan Linklater'ın doktora teziymiş. Böyle bir tez hazırlayabileceğimi bilsem kendimi akademiye salıverirdim.

Şimdi lucid dedim diye bir Inception heyecanı bekleme; bu, dediğim gibi macerası bol değil, çenesi düşük bir film. O yüzden zihnin açıkken, mümkünse sabah uyanınca, öncesinde ya da sonrasında yaptığın/yapacağın işleri düşünmeden, durdura durdura, düşüne düşüne izle ki, adamın emekleri boşa çıkmasın. Zira o metni yazmak kolay değildir.

Düşünmeden yaşayan insanlığa, manidar bir hediye gibisin.

Gerçekten Gerçek! Six Feet under: Better Living Through Death


Fisher ailesini tanımayan şimdi sayfayı kapatabilir. Bu kitap önerisi Six Feet Under dizisini izleyenlere, hatta sevenlere geliyor.

Six Feet Under o kadar gerçekti ki kimi zaman televizyonda bir şey izlediğimi unutup dövünerek, yuvarlanarak, depresyona girerek yaşadım bu diziyi ben. Ben ne zaman bir şeye ilgi duysam, bir şeyi çok sevsem, Can bir şekilde ilgili kitabı önüme koyuyor. Six Feet Under mevzubahis olunca da bu kitap geldi önüme. Dizinin yapımı bittikten sonra başta Alan Ball olmak üzere dizinin yazar ekibi toplanmış ve böyle bir kitap hazırlamışlar. Ben hâlâ etkisinden kurtulamadığım için bunun Claire'in bir kolaj çalışması olduğunu düşünüyorum ya, neyse.

Kitapta, Fisher ailesinin dizide gördüğümüz dışında kalan hikayesi ve tarihi var. Nate ve David'in çocuklukları, karneleri; Claire ve Billy'nin mesajlaşmaları var. Ayrıca Nathaniel'in Vietnam'dan Ruth'a gönderdiği mektuplar, Ruth'un ailesine gönderdiği yeni yıl kartları, evde bulunan notlar, anılar... Kitabı ilginç kılan bir bölümse filmde Brenda sayesinde sıkça işittiğimiz Charlotte Light and Dark ve Nathaniel and Isabel kitaplarından alıntıların olduğu bölüm. Her şey gerçek. Kitabı bitirdikten sonra "al işte, gerçekten de gerçekmiş," demiştim hatta.

Genelde Amerika'da böyle diziler bittikten sonra diziyi tamamlayıcı kitaplar çıkar, hiçbir diziye bu kadar tutulmadığım için daha önce okumadım böyle bir anı kitabı; ancak bu kitap, diğerleri gibi dizinin ne kadar harika olduğunu, çekimlerde neler yaşandığını falan anlatmıyor. Bu kitapta tüm bunların ne kadar gerçekçi olduğu bir kez daha vurgulanıyor.

Gerçek kelimesini çok kullandım, farkındayım; ama Six Feet Under izlerken insanın aklında sürekli dönen bir kelime bu. Varoluş sıkıntıları yaşayan birinin bu diziyi izlemesi ne kadar doğru olur, emin değilim; çünkü beni bin bir depresyonun içine sürükledi bu her zaman. Ancak yapmacık kurgulardan sıkıldıysan, Six Feet Under'ı izleyip biraz uyanabilir, hele bir de seversen, maalesef henüz Türkçe'ye çevrilmeyen (sakın çevrilmesin) bu kitapla zevkini cilalayabilirsin.

Ólafur Arnalds - Broadchurch Müzikleri

Last.fm önerileri sayesinde tanıştığım Ólafur Arnalds, benimle aynı yaşta. Gün içinde ya da boş zamanlarımda yaptığım şeyleri bu adamın işleriyle karşılaştırdığımda sinirlerim bozuluyor haliyle. Üç ayrı albümü için üç defa İstanbul'a geldi ve ben her konserinden sonra ona biraz daha tutundum. Çünkü hem kendisi hem de beraberindeki müzisyenler sadece müzik yaparak derimin altına aniden ısınıp soğuyan koyu kıvamlı bir sıvı enjekte ediyorlar. Müziğin sadece ruhta değil, bedende de bazı hareketlenmeler yapabildiğine şahit oluyorum Ólafur'u her dinlediğimde.

Geçen sene Ólafur, bir dizi için müzik yapacağını duyurdu, sonra dizi yayınlandı, bitti. Ben ancak yılın sonlarına doğru diziyi baştan sona izleyebildim. Diziyi izlemeden de bu albümü dinlemedim. Diziyle ilgili bir başka yazı yazarım, çünkü gerçekten dikkate değer konusu ve kusursuz oyunculuklarıyla benim çok sevdiğim bir dizi oldu Broadchurch.


Ben diziyi müzikler üzerinden izleyeceğimi düşünmüştüm ama dizi ve müzikler birbirleriyle o kadar uyumluydu ki ikisinin de keyfini ayrı ayrı çıkarabildim. O yüzden önerim önce diğer albümlerinden başlayarak Ólafur Arnalds'ı tanıman. Broadchurch albümünü dinlemeden önce diziyi izlemen şart bence. Gene de, bu kadar muhteşem muhteşem diyor, nasıl bir şey acaba, diye düşünüyorsan albümü şuradan dinleyebilirsin.


Albümde Main Theme, So Close, Suspects, Arcade, Broken ve Beth's Theme isimli altı şarkı var. Dediğim gibi diziyi izledikten sonra bu isimler ve bu isimlerin altındaki müzikler anlam buluyor. 2013'te çıkan 'For Now I Am Winter' albümünde Ólafur, ilk kez sözlü müzik yaptı ve sesi şaşırtıcı derecede güzel olan Arnor Dan ile çalıştı. Broadchurch albümünün de en sevdiğim şarkısı olan So Close'u Arnor Dan seslendiriyor gene. Bence bir barda tesadüfi olarak tanışan Arnor ve Ólafur, birlikteliklerine uzun süre devam etsinler; çünkü henüz bu ikisinin kanını yeterince emmedim.

Contre Jour, Karanlığı Arkaya Alma Oyunu

Ben aslında hiç oyun oynamam, çünkü oynayamam, çünkü aşırı heyecanlanıyorum oyun oynarken. Hele oradan buradan zıplamalı, düşmeli, yuvarlanmalı oyunlarda kasıklarım sancılanıyor. Angry Birds oynarken bile çığlıklarla yerimde zıplayabiliyorum mesela. Kalbim için iyi değil, ben de oynamıyorum.


Geçen gün bir oyun keşfettim mağazada. Yorumlarda çok dinlendirici ve sevimli olduğu yazıyordu ben de aldım; "dinlendirici" kelimesi yeterliydi zaten. Fransızca'da 'karanlığı arkaya vererek' anlamına gelen Contre Jour, Le Petit Prince'ten ilham alınarak yaratılmış. Karanlığın ortasına düşen "Petit" adlı yaratığı ışığa kavuşturmak, oyunun asıl amacı. Ne kadar fazla ışık toplarsan o kadar mutlu ediyorsun onu. Öyle tatlı ki Petit, arada kıkırdıyor, şaşırıyor, heyecanlanıyor, onu çocuğum gibi seviyorum, karamık!

Etraftan sarkan interaktif ipleri, lastikleri ve sarmaşıkları Petit'i taşımak, sallamak, zıplatmak için kullanıyorsun. Her bölümde farklı bir bulmacayı çözüp Petit'i doğru zamanda doğru yere fırlatıyorsun. Ayrıca Petit'in bastığı zemine parmağınla şekil verebiliyorsun, kolay hareket etmesi için. Oyunda dediğim gibi olabildiğince fazla ışık toplaman gerekiyor. Klasik yıldız toplayıp bir sonraki bölüme geçebildiğin oyunlardan işte. Bende 'her bölümde üç yıldızı toplamalıyım' hırsı olmadığından allah ne verdiyse toplayıp devam ediyorum.


Oyun aslında biraz da şu kurbağaya şeker yedirdiğin oyuna benziyor. Ancak o kadar sıradan bir oyun olmadığını hem çizimlerinden hem de müziklerinden anlayabiliyoruz. Özellikle oyun başlarken 'kulaklıklarınızı takın' uyarısı veriyor, oyunun asıl övündüğü şey zaten görsellerine tam uyum sağlayan müziklerinde kaybolma garantisi vermesi. David Ari Leon diye harika bir müzisyen keşfetmeme sebep oldu Contre Jour.

Oyun ilk önce iOS için geliştirilmiş, daha sonra Internet Explorer'a özel masaüstü versiyonu yayınlanmış. Şimdi de hayret verici bir şekilde Windows Phone da dahil olmak üzere hemen her platformda bulunuyor. İstersen şuradan masaüstü versiyonunu biraz oynayabilir, beğenirsen de şuradan satın alabilirsin.

Petit ile tanışmak ister misin?

Zamanı Aştı da Geldi Metropolis


Play Station, evdeki bütün DVD'leri siyah beyaz gösterdiği için kendisi zaten siyah beyaz olan bir film seçmiştim kendime; Metropolis. Sonra bir süre kendime gelemedim. İzleyeli kaç yıl oldu bilmiyorum, ama gündem değiştikçe hâlâ bir şeyler bulup çıkarabiliyorum Metropolis'ten.

Sinema tarihinin ilk bilim kurgularından biri olan Metropolis, 1927 yılında çekilmiş ve 2020 yılında geçiyor. Filmde şehir üç katmana, insanlar iki sınıfa ayrılmış durumda. En üst katmanda aşağılarda neler olduğundan bihaber zengin kesim yaşıyor. Bu kesim, şehri ve işleri döndüren "beyin" diye adlandırılan kesim. Orta katmanda "kol" diye adlandırılan işçi kesimin köle gibi çalıştırıldığı makine var. Makine yirmi dört saat çalışıyor. En alt katman ise orta katmanda vardiyaları biten işçilerin dinlenmek için döndükleri evlerinin olduğu yer.


Film, kapitalizm eleştirisini aşk üzerinden yapıyor. Klasik bir şekilde üst sınıftan bir adam, alt sınıftan bir kadına aşık oluyor ve bu adam, derinlere indikçe "beyin" ve "kol" arasına bir "kalp" yerleştirilmesi gerektiğini savunuyor. Makineleşmenin ve iki sınıf arasındaki bu uçurumun bilim kurguyla birleştirilmesi ise Metropolis'in "patronunun" işlerini kusursuz yapabilecek robotlar istemesiyle başlıyor. Rotwang isimli mucit, patronu için bir robot işçi geliştiriyor. Bu robot bize şimdiki halimizi çağrıştırıyor aslında; benliğimizden kopuk, robot gibi çalışmamızı isteyen sistemi ve de.


Geleceği böylesine net görebilmesinden tut, çalışma hayatını olduğu gibi karamsar bir şekilde anlatabilmesine, kusursuz şehir tasarımından tut, 2000'li yıllarda Türkiye'de hâlâ becerilemeyen görsel efektlerine kadar Metropolis, antik çağdan, orta çağdan ve modern çağdan topladığı öğelerle zamanını, hatta bizim bile zamanımızı aşan bir film.

Filmin süregelen ihtişamı yumuşak sonuyla örtüşmese de, ağzı açık çalışan, "he" diyen, oy veren, kendisinin farkında olmayan bir kesimi silkeleyebilir belki. Bir umut işte.

Bir Öğlen Hayali: Edirne Tava Ciğeri


Ciğer yemem, diyeni dize getirecek kuvvettedir Edirne tava ciğeri. Biliyorum, ciğer ağızda cılk cılk oynaşan kımıl kımıl çirkin bir organ normalde, ancak tava ciğeri boyutuna geçmemiş olanlar için geçerli bu. Peki ciğerle ilgili tüm düşünceleri değiştirmek için Edirne'ye gitmek şart mıdır? Evet canım, Edirneli olduğum için söylemiyorum, özür dilerim ama öyle.

Biraz abarttığımı düşünebilirsin, ama bu ciğerin ardında gerçekten çok emek var. Ciğeri alınacak danalar özel otlaklarda besleniyor, bir yaşına gelince de kesiyorlar. (Çok acı ama öyle.) Alınan ciğerlerin tüm damarları ve sinirleri temizleniyor, kanı kalmayıncaya kadar yıkanıyor ve zar gibi incecik kesiliyor. Edirne'de sadece kaliteli hayvan yok, burada üretilen bitkisel yağ ve un da çok önemli. Yazın Trakya'ya yolun düşerse o sonsuz ayçiçeği tarlalarını gördüğünde işin sırrını çözebilirsin. Ah, canım çekirdekler! Neyse Edirne'deki ciğercilere tüm malzemeler günlük olarak geliyor. En kötü ciğercide bile bayat et ya da kötü kokulu yağ göremezsin. (Büyük mü konuştum acaba?)

Ciğerlerimiz neredeyse ateşin üzerinde, incecik bir tavada pişiyorlar. Biz genelde "bunlar daha olmamıştır," diyerek ciğerleri dakikalarca yağda tutuyoruz ama bu adamlar ciğeri sadece iki dakika yağda bırakıyorlar. Böylece herkesin ciğeri, sipariş aldıktan sonra gözlerinin önünde yapılmış oluyor; ne bir un topaklanması oluyor ne de ısırma zorluğu. Yanına soğan salatası ve gene Edirne'deki bahçelerde üretilen kurutulmuş ve kızartılmış kırmızı biberi de ekledik mi menü tamamlanıyor. Ben çiğ soğan ve acı yiyemediğim için bu kombinasyonu hiçbir zaman deneyemeyeceğim tabii. Yumuk bir dilim beyaz ekmek ve yanında çıtır kıtır bu ciğerler benim şu an öğlen rüyamı süslüyor.

İki hafta önce Niyazi Usta'daydık, şimdi şu halimize bak!

Rüyanın Öte Yakası Seni Çağırıyor Lucid Kafa


Rüyalarını benim kadar ciddiye alan birini tanımıyorum. Biri rüyamda boynuma dokunuyorsa, bütün bir gün boynumda onun eliyle geziyorum. Biri bana rüyamda yalan söylüyorsa, günlerce onun gerçek bir yalancı olduğunu düşünüp kendimi o kişiden soğutuyorum. Rüyalarıma hakim olabildiğim, istediğim rüyayı görebildiğim zamanlarsa mutluluktan neredeyse halay çekerek uyanıyorum.

Ursula K. Le Guin'in 'Rüyanın Öte Yakası' olarak Türkçeleştirilen fantastik romanında da benim gibi rüyalarının gerçekliğine uyanan bir karakter var. Ancak o, benim gibi kendini kandırmıyor. George, 'etkili rüya' diye tabir ettiği rüyaların gerçek olduğu bir dünyaya uyanıyor. Geleceği görmek gibi klasik bir konusu yok ama kitabın. George, rüyalarıyla geçmişi, şimdiyi ve geleceği değiştiriyor. Bunu an an okuyoruz, izliyoruz. Şu anda uykuya dalıyorum, rüyamda bilgisayarda değil de daktiloda yazı yazdığımı görüyorum. Uyandığımda önümde daktilo beliriyor, bilgisayar diye bir alet hiçbir zaman olmamış; bilgisayar ile ilgili bilgim, bilgimiz tamamen ortadan kalkıyor. İşte bu çok heyecan verici. George, benim olmak istediğim, olacağıma inandığım kahraman oluyor.

Ancak George, kendini kahraman olarak görmüyor. Oldukça sıradan biri o ve "dünyayı değiştirmek benim ne haddime," diye düşünüyor. Etkili rüya görmemek için ilaç kullanmaya başlıyor ve ilaç bağımlısı olduğunu anladığında Gönüllü Terapi Tedavisi'ne başlamaya karar veriyor. İşler de burada sarpa sarıyor işte. Burada tanıştığı Doktor Haber, onu geliştirdiği bir alette denek olarak kullanmaya başlıyor ve Ursula'nın asıl değinmek istediği konu beliriyor: tanrıcılık. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirme amacıyla yola çıkan Dr. Haber, George'un yeteneklerini eline yüzüne bulaştırıyor. Tanrıcılık oynamak, dünyayı değiştirebilmek, belki çok kolaydır; ama değişimin tüm sonuçlarını değerlendirmek için de tüm dünyayı bilmek zorundasındır. İşte tanrıcılık oynayan Haber'ın eksik tarafı, her şeyi bilen, gören olamaması, sadece her şeyi değiştirebilen olması herhalde.

Kitap gittikçe heyecanlı bir hal alıyor, çünkü her rüyada bambaşka bir dünyayla karşılaşıyoruz. Hayatının her rüya sonrası değişmesine bir nevi alışan George, Haber'ın o hipnoz halindeyken ona ne telkinler verdiğinden emin olamıyor. Kimi zamanlar rüyalarla gerçeklik birbirine geçiyor ve biz "bi' sayfa daha çevireyim, bakalım ne olacak," diye diye bir solukta kitabı bitiriyoruz.

İçinde çok ince 1984 göndermeleri olan kitapta bilim kurgu ve fantezinin, ütopya ve distopyanın birlikte verilebileceğini kanıtlıyor Ursula. Dili olabildiğince sade, ama her zamanki gibi çok etkili; lafı hiç dolandırmıyor, hiç kimseyi, hiçbir şeyi kelimelerle süsleyerek anlatmıyor; kurguyu okuyucuya bırakıyor. Ne de güzel yapıyor.

Tanrı inancımızın dünyanın düzeninden geldiğini düşünüyorum ben. İyi ya da kötü, dünyanın her yerinde sebepleri ve sonuçları değerlendirebilen bir tanrı olmalı. Çünkü ne zaman biri tanrının işine çomak soksa, bu düzeni değiştirmeye çalışsa düzenin çarklarından birini mutlaka bozuyor. O yüzden sıradan insanlar olarak George'un ya da Simay'ın gördüğü rüyalarla dünyayı daha iyi bir yer haline getirme çabası, arkasında aslında daha kusurlu bir düzene sebep olabiliyor.

Ursula'nın dünyanın değişimini objektif bir bakış açısıyla anlattığı; iyiliği, kötülüğü, eşitliği okuyucuya sorgulattığı Rüyanın Öte Yakası'na bekleniyorsun.

The Dreamers: Neey, Ensest mi?

Issız Adam'ı izlemiştik o gün. Biraz beynimiz bulanmış, sinema zevkimizin içine edilmişti. Gittikçe negatifleşen durumu en azından sıfırlamak için bir Bertolucci filmi açalım dedik ve The Dreamers'ı izledik sonra. Sıfırlamak ne kelime, sinema yeniden anlam buldu belki de o gün için.

1968 yılının Paris'indeyiz. Aileleri tatile gidince evde yalnız kalan ikiz kardeşler Isabelle ve Theo, Paris'e Fransızca öğrenmeye gelmiş olan Matthew'i evlerine davet ederler. Birlikte yaşadıkları bu süreçte birbirlerini, tutkularını ve saplantılarını keşfederler. Kurallarını kendilerinin koydukları oyunlar oynayarak cesaretlerinin sınırlarını test ederler.


Isabelle ve Theo sinemaya aşık iki kardeş. Bu yüzden de film boyunca oynadıkları oyunlarda sinema tarihinin en önemli sayılabilecek filmleri referans gösteriliyor. Film bittikten sonra izlemediğin bütün referans filmlerini izlemek isteyebilirsin; işte listesi. Ayrıca müzik ve edebiyattan yapılan referanslarla film daha da zengin bir hale geliyor.

Filmi izleyenlerin üzerinde en çok durduğu konu ensest ilişki. İki kardeşi çırılçıplak birlikte uyurken, ya da küvette otururken gören izleyicinin aklına başka ne gelebilir ki? Ben anne karnında çıplak başlayan yolculuklarına giyinik ve ayrı devam etmeleri için bir sebep göremiyorum. Hepimiz kendi vücudumuzu karşı cinste keşfediyorsak bu ikiz kardeşlerin bu konuda doğuştan şanslı olduğunu düşünüyorum hatta. Bertolucci, filmin içine eleştirel biz göz olarak Matthew'i yerleştiriyor bence. Matthew, ortalama bir izleyiciyi temsil ediyor orada. Ancak Matthew duruma alıştıkça biz de alışmaya, daha az sorgulamaya başlıyoruz. İnsan ilişkilerine, kardeşliğe, aşka ve cinselliğe başka bir açıdan bakabileceğimiz bir pencere olabilir The Dreamers.

Filmin arka planında 68 olaylarını da izliyoruz. Bertolucci, bunun politik bir film olmadığını vurgulamak için bu görüntüleri yalnızca fon olarak kullanıyor. Ancak odaklandığı üç gençle birlikte dönemin gençliğinin fikirlerine ve davranışlarına da ayna tutuyor tabii ki.

Bertolucci şöyle diyor; “Bazı yönlerden The Dreamers hatırlatıcı bir görev üstleniyor, bir şarkı ya da birden ortaya çıkan güneş ışığı gibi. Bütün gençliğin sabahları inanılmaz beklentilerle kalktığı bir dönemi hatırlatıyor. Belki de bugünkü gençleri, geleceklerini düşündüklerinde melankolik bir hal aldıklarını gördüğüm için onlara geleceğin belirsiz fakat olumlu olduğu bir dönemi hatırlatmak istedim.”


Son olarak Matthew rolünde izlediğimiz Michael Pitt'in kusursuz oyunculuğuna özellikle dikkat çekmek istiyorum. (Dudaklarına rağmen) Eva Green ise her zamanki gibi çok ihtişamlı. Evet evet hepsi de çıplak. Hadi izle.

Yaşamı Üstü Kapanmayan Bir Yara Gibi Görmek - Başkaldıran İnsan


Basitçe 'hayır' diyebilen insan olarak tanımlayabilir miyiz başkaldıran insanı? 'Hayır' kelimesini 'neden'le, 'nasıl'la doldurmak da gerekli olabilir belki. Neye başkaldırıyorsun, bunu ne elde etmek için ve nasıl yapıyorsun?

Albert Camus, Başkaldıran İnsan kitabında başkaldırının tarihini ve gelişimini gösterirken bu işin neden ve nasıllarına da değiniyor. Başkaldıran insanın aslında kendi başına bir başkaldırı olduğunu, amacının genellikle adalet, özgürlük ve doğruluk olduğunu anlatıyor. Başkaldıran insanın ilk 'hayır'ı kendisine geliyor: "Bu olduğum kişi olmak istemiyorum!" Başkaldırmanın iki yolunu bırakıyor bu soru bize: İntihar ya da cinayet! İntiharın tek tutarlı başkaldırı olduğunu söylüyor Camus. Ya da başkaldıran insan, kötülükle savaşırken ve bunu yaparken farkında olmadan kötülüğü öldürerek katil oluyor ve kötüyü sil baştan yaratıyor. Böylesi kötülükle dolu bir yaşamın, içinde yaşanılmayı hak etmediğini savunuyor. Ölümsüzlüğün, bu çirkinlik karşısında hiçbir anlamı yok ona göre. Öyleyse intihar ya da cinayet, her nasılsa; yaşam karşısında ölümü tercih etmemiz gerektiğini söylüyor Albert Camus Başkaldıran İnsan'da.

İnsanın önündeki en büyük engellerden biri olarak dinleri görüyor ve ancak kutsala inanmaktan vazgeçmiş kişinin başkaldırabileceğini söylüyor. Dine, kutsal olana göre yaşamanın ötesinde, başka kurallar yaratılabilir mi düzgün yaşamak için; bunu sorguluyor. İnsanın mutsuzluğunu umutlu olmasına bağladığı için, insanı yaşatanın umut olduğu görüşünün aksine umudu, insanın başkaldırmasına ket vuran bir olgu olarak görüyor.

Camus'ye göre devrimciysen şu iki yoldan birini seçeceksin mesela: ya polis olacaksın ya da çılgın! Bak, son zamanlarda içinde yaşadığımız ülke ve dünyayı okuyabilirsin Başkaldıran İnsan'da.

Kendine sunulan ya da insanlığın değerini düşüren her şeye başkaldırabilirsin. Dediğim gibi başkaldırının içini adam akıllı nedenlerle ve nasıllarla doldurabildiğin sürece sen de Camus gibi "Başkaldırıyoruz, öyleyse varız!" diyebilirsin.

Gerçek Bir Kedi Fare Oyunu: Maus

Auschwitz ve Birkenau kamplarını gördükten sonra oradan buradan okuduğum Nazi dehşetiyle ilgili fikirlerim çok daha sertleşti. Bir milyon insanın öldürüldüğünü düşünmekle bir milyon insanın öldürüldüğü yerleri koklamak gerçekten çok farklıymış.

Geri döndüğümde Can bana iki ciltlik bu harika çizgi romanı verdi. Yahudi soykırımıyla ilgili çok uzun araştırmalarım falan yok; ama Maus'un yaşananları bu denli açık ve etkileyici bir şekilde anlatması, bir çizgi romanı, dönemle ilgili en başarılı kaynaklardan biri yapıyor.


Yahudilerin fare, Almanların kedi ve Polonyalıların domuz olarak çizilmesi, çizgi romanın verdiği ilk ince mesaj. Tüm dünyayı etkileyen ve hemen herkesin fikir sahibi olduğu Yahudi soykırımını birinci ağızdan, belgesel tadında okumak ve tabii ki izlemek mümkün kitapta.

Yazarımız ve çizerimiz Art Spiegelman, İkinci Dünya Savaşı'nı ve ait olduğu toplumun o dönemde neler yaşadığını, tüm bunları yaşayan babasının ağzından anlatıyor Maus'ta. İlk kitap daha çok savaş öncesine, ikinci kitap da toplama kamplarına odaklanıyor. Kitaplarda daha önce kimsenin söylemediği yeni bir bilgi yok elbette, ama yaşananları birinci ağızdan anlatmasıyla fark yaratıyor, bu kadar basit çizimlerle bu kadar samimi ve etkileyici olabilmesi de cabası.


Vladek Spiegelman, Art Spiegelman'ın babası. Kitapta Vladek'in bugünü ve geçmişi arasında gidip geliyoruz. Savaşın Vladek üzerinde nasıl travmalar yarattığını izliyoruz. Bugün, çay bahçesinde kullanmadığı şekerleri cebine atıp eve getiren amcalarla dalga geçiyoruz mesela, ama Vladek'in böyle şeyler yapması ruhumuzu acıtıyor. Yaşayanı anlamakla kalmıyoruz, bir nevi biz de yaşıyoruz o korkuyu, açlığı, heyecanı.

Art Spiegelman, babası olmasına rağmen Vladek'i hiçbir zaman övmüyor, bize yaşananları ve babasının karakterini hep olduğu gibi aktarıyor. Çünkü Vladek, belki de arkadaş olmak istemeyeceğimiz, çıkarcı ve açıkgöz bir adam. Gerçi bu gıcık karakteri sayesinde toplama kampından sağ çıktığını düşünürsek Vladek gözümüzde bir kahramana bile dönüşebilir. Yok yok, o kadar da değil. :)

Şu aşağıdaki fotoğraf beni çok ağlatmıştı, vay anasını ya!

Geleceğin Bilmem Neresinden Yanko Design

Siteyi keşfettiğimde buradaki bütün tasarımların hayata geçirildiğini düşünmüş, çok heyecanlanmıştım. Çünkü Yanko Design'daki tasarımlar ve projeler genellikle çevreci olmasıyla dikkatimi çekmişti. Geri dönüşümler, enerji ve yer tasarrufları, bilmem ne... Sonra anladım ki böyle bir dünya henüz mümkün değil; ben de Yanko'yu arada "amma yaratıcı insanlar var haa," demek için kullanıyorum.

Aslında çoğu ürün fonksiyonel ya da bizim hayatımıza adapte edebileceğimiz gibi değil. Mesela, şu alttaki su küresini hangi kocaman salonumun ortasına koyacağımı bilemem. Ama işte böyle bakmak, içine girdiğimi düşünmek bile beni heyecanlandırıyor.


Yanko Design, dünyanın her yerindeki modern ve yenilikçi tasarımcıları bir araya toplayan bir blog. Yeni iş fikirlerinden, şimdilik imkansız teknolojilere, mimariden, endüstriyel tasarıma kadar binlerce projeyi ve ürünü burada bulabilirsin.

Şu aşağıdaki tasarımı hayata geçirirsek hepimizin mutfağında küçük birer hologram Tayyip asistanı bile olabilir, düşünsene, ne tatlı!

Yanko Design'ın bir de alışveriş sitesi var. Hayata geçirilmiş yenilikçi tasarım ürünlerini ckie.com üzerinden satın alabilirsin. Ben çok aman aman alınacak bir şey bulamadım, zaten çok pahalılar. Gene de facebook sayfaları üzerinden çılgın ve uçuk projeleri takip etmeye devam ediyorum.

Benim Hüzünlü Orospularım

Az önce kitapla ilgili kimler neler demiş, diye bir bakındım internette. Yok efendim Márquez'e yakıştıramamışlar da, yok efendim doksan yaşında adamla on beş yaşında kızın birlikte ne işi varmış da, hiç gerçekçi değilmiş de, kitap çok sığ olmuş da... Kendine gel ahali!


Gabriel García Márquez, terli suratla bir anda kafaya diktiğin bir buçuk litrelik su gibi içilen bu kitabında, doksan yaşında kendine eşsiz bir hediye vermek isteyen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Kadınlarla ilişkileri genelev duvarlarının dışına çıkamamış bir adamın, belki de ölmeden önce son isteği bakire bir kızla birlikte olmak.

Kitap okumak insanın empati yeteneğini geliştiriyor. Bu kitabı okumak, yirmili yaşlardaki bir insanı, hiçbir şeyden habersiz çırılçıplak uyutulan on beş yaşındaki bir genç kıza da, dünyadan vazgeçecek kadar dünyayla muhatap olmuş doksan yaşındaki kokuşuk bir adama da çevirebiliyor. Bu empati yeteneğine sahip olmayanlar da kitabı, derin olmamakla suçlayıp, arkalarında benim gibi sinirli okuyucular bırakıyorlar.

Bir kitap her zaman olanları ve olabilecekleri anlatmak zorunda değil; bir yerden başlayıp bir yerde sonlanmak zorunda değil. Benim için kitap kapağını açtığın an, bu tür şartlanmalardan sıyrılıp, belki senin için mümkün olamayan hayatları yaşamaya başladığın andır. Márquez de büyülü gerçekçiliğin öncülerinden biri olarak o kapağı zor kapattıran bir yazar. Gene de zevk meselesi tabii.

Sadece uyurken gördüğün birinin günden güne gelişen bedenini izleyip aşık olmak; ya da sadece sabahları bıraktığı notları okuyarak, hiç görmediğin birine aşık olmak... Bence yeterince büyüleyici ve yeterince derin bir konu. Márquez hayatının başını ve sonunu yaşayan iki kişiyi öyle büyük bir ustalıkla bir araya getiriyor ki, bir günde bitirebileceğin bir kitapta sana koskocaman bir hayatı sunuyor aslında. Boşlukları senin doldurman şartıyla. Kimsenin kimseye ait olmadığı, sevdiği insanı onu sevmesi için zorlamadığı ya da sevgisini sorgulamadığı bir aşk işte. Bir çift kirpiğin açılmasıyla tüm büyü bozulabilir ama.

İster pedofili de, ister gerçek dışı de, ister sığ de; Benim Hüzünlü Orospularım, bir yalnızlık ve aşk hikayesi. Ahlâkla ilgili bazı tabuları yıkma zamanı geldi sanırım.

Rosa Cabarcas'ın da dediği gibi; "Ahlâk da bir zaman sorunudur" belki de.

14x25 Desek, Spaced'e Ayıracağın Sadece 350 Dakika

Hayır, henüz Shaun of the Dead'i izlemedim; ama bahsedeceğim dizinin baş karakterleri, özellikle Simon Pegg, en çok bu filmle tanınıyor. İngiliz komedilerine övgü kısmını atlayıp dizimizin konusuna geçelim.

Çizgi roman çizeri Tim ve beceriksiz gazeteci Daisy, farklı talihsizlikler sonucunda aynı eve yerleşen, bunun için de ev sahibini sevgili olduklarına inandırmak zorunda kalan baş karakterlerimiz. Evin alkolik ve "tutkulu" sahibi Marsha, alt katta oturan rahatsız ve dengesiz sürrealist ressam Brian, Tim'in savaş meraklısı arkadaşı Mike, Daisy'nin moda tasarımcısı arkadaşı Twist de dizideki diğer karakterler.


Evet, buraya kadar gülmediğini hissedebiliyorum. Çünkü gayet olası ve sıradan bir durum bu. Ancak her bölümde seçilen konunun işlenişi çok eğlenceli; normalde dikkat etmediğimiz ama bize dayatılan klişelerle epey güzel dalga geçiyorlar. Yapılan her esprinin ardından "bohohoho yaah yah yaah" diye gülme efektleri duyamayacağın bir dizi Spaced. Buna rağmen evde kendi efektini fazlasıyla yaratabilir, kaydedebilir, sevdiklerine dinletebilirsin.

Dizinin senaryosunu Jessica Hynes ve Simon Pegg beraber yazmışlar, bilim-kurgudan, romantik filmlerden, gerilim sahnelerinden bol bol nemalanmışlar. Samimi ortamlar, doğal sesler, uç olmayan ama kendi içlerinde dolambaçlı olan karakterleriyle Spaced, on dört bölümcük bir gülme furyasına çağırıyor seni. Ben olsam giderdim; hatta dur, bir daha gideyim.

Seyşeller: Fakirlikten Bahsetmeyeceğim Bile

Öyle kafamıza esti, bu yaz tatili tropik adalardan birinde geçirelim, diyecek bir lüksümüz elbette ki yok. Ancak madem evlenmek, en azından bir kişiyle, bir kere yapılıyor, balayının hakkını verelim istedik. Aklı olan arar bi' tur şirketini, balayı turunu satın alır, öder 12 taksitle, planın programın keyfini çıkarır. Biz, çok bilmişler olarak, uçak biletini, konaklamayı, transferi, oradaki tekne turunu falan hep kendimiz hallettik. Sonra çilelerin ardı arkası kesilmedi tabii ki.


Türkiye'den Seyşeller'e direkt uçuş olmadığı için aktarma ve aktarma sırasında uyku problemini herkes yaşıyor zaten. Abu Dhabi'de buz gibi bir bekleme salonunda bilmem kaç bin kişinin sarındığı battaniyelerden boş bulduğunu kapıyorsun, titreyerek ve uçuşu kaçırmamak için tetikte durarak birkaç saat uyuyorsun. Ben biraz tetikte erimişim tabii.

On iki saatlik zombilik deneyiminden sonra inişe geçtiğinde altında gördüğün manzara seni bir silkeliyor. Çünkü tamam Ege'de Akdeniz'de de muhteşem yerler var ama buralara eli bırak, göz bile değmemiş sanki.


Kiraladığımız ev, denize biraz uzaktı ama her odasında harika manzaralı kocaman teraslar vardı. Ben bu terasta yatarım bile, diye düşünürken ortaya çıkan kertenkeleler sayesinde akşamları kapı pencere kapalı klimayla serinleyerek geçirdik. Evin tek sorunu kertenkele değildi elbette. Evde internet yoktu, televizyonda hiçbir kanal çekmiyordu ve biz yanımıza bizi oyalayacak hiçbir şey getirmediğimizden akşam 8 gibi yorgunluktan uykuya dalıyorduk. Ayrıca evin yakınında ne bir market ne de bir sokak lambası vardı. Bu yüzden medeniyete ulaştığımız bir gün market alışverişi yapıp tepeye poşetlerle tırmandık. Ben tabii ki çığlık atıyordum sürekli. Başka bir adaya geçeceğimiz gün ilk otobüsü yakalamak için gecenin kör karanlığında ağaçların arasından gelen korkunç sesler eşliğinde, el yordamıyla, tabii ki çığlık çığlığa o tepeyi indik mesela. Balayı mı korku tüneli mi?
(Otobüs durağı)

Her gün, farklı bir adaya ya da sahile gittik. Otobüsle tabii ki, tıkış tıkış ve kokulu otobüslerle! Gene de buradaki denizin rengini mutlaka görmen lazım, çünkü bu rengin herhangi bir fotoğraf makinesiyle yakalanabileceğini sanmıyorum. Kimi yerler turistik bölge olduğundan biraz kalabalık ama ev sahibimizin tavsiyeleri sayesinde ıssız birkaç plajı kendimize saklayabildik.


Ağzıma şnorkel sokamadığım için nefesim yettiğince denizin dibini görebildim; ama o bile yetti, çünkü orası da ayrı bir cennet. Bir daha bu kadar yakından bu kadar çeşitli balığı bir arada görebileceğimi sanmıyorum.

Buralara gidersen sadece denizine kanma, Praslin adasında Vallée de Mai'yi de mutlaka gör. Yüzlerce ağaç ve bitki çeşidini aynı yerde görebileceğin, yörenin ünlü Coco de Mer'ini elleyebileceğin kocaman bir yağmur ormanı. Ağaçlar burada o kadar sık ki, tropik yağmurlarda bile ormanın içinde ıslanmadan dolaşabiliyorsun.

(Erkek ve dişi coco de mer)

Biraz uzattım galiba. Neyse, sen de egzotik bir tatil için para ve zaman ayırabiliyorsan Seyşeller, Maldivler'e göre falan daha ucuz ve daha az kalabalık bi' yer. Onun dışında otel yorumlarını falan okuyarak bir tur ayarlamanı, sağdan kullanmakta zorluk çekmeyeceksen bir araba kiralamanı tavsiye ederim. Otobüslerde yaşadıklarım beni bir haftalığına acımasız bir ırkçıya çevirdi mesela. "Pis karalar, Pis kokular!"

Sonun Değil Başın Gelsin Breaking Bad


Six Feet Under bile şanına yakışır bir final bölümüyle bitmediğine göre Breaking Bad'den de böyle bir beklentim yoktu. Son bölümü izlemeden önce başı ve sonu olmayan öykülerden bahsediyorduk tam da. Sonra final bölümünü izledik, diziyi bitirdik ve hayatımıza devam ettik; çünkü bu dizinin, hikâyenin gerçek bir sonu vardı. Bazı ara bölümleri bile final bölümünden çok daha heyecanlıydı aslında Breaking Bad'in.

Elli yaşına gelmiş bir kimya öğretmeninin akciğer kanseri olduğunu ve eski bir öğrencisinin uyuşturucu işine bulaştığını öğrenmesiyle başlıyor Walter White'ın maceraları. Aslında ortada kanser varsa, ailesinin geleceği için uyuşturucu üretimi yapan bir adam varsa bol bol ağlayacağız, diye düşünmüştüm başlarda. Ancak öyle ince işlenmiş bir kurgusu var ki Breaking Bad'in tek bir bölüm içinde kahkahalar, göz yaşları, korkular, tırnak kemirmeler gırla gidiyor.

Walter White oldukça kusurlu bir karakter; aynı zamanda da bir dahi. Üstelik kafası sadece kimyaya çalışmıyor. İşler ilerledikçe, kusurları açığa çıktıkça Walter derinleşiyor, ortaya mükemmel yaratılmış bir suçlu çıkıyor. Kendini sıradan zanneden bir adamın kabuklarını soyup, asıl benliğini ona tanıtarak, insanın içini burkmaktan öte gidemeyecek vasat bir hikâyeyi epey karizmatikleştirmişler yani.

Walter'ın etrafına, işleri yokuşa koşturan ve onu yer yer delirten bir aile, dengesizliği ve duygusallığıyla baş etmekte zorlandığı bir partner, tehlikeli ve gözü kara patronlar, rakipler, düşmanlar yerleştirilmiş dizide. Hepsiyle aynı anda başa çıkmaya çalışmak beni bile izlerken yordu. Karakterler o kadar iyi yazılmış ki, sadece bir kara sineğin kovalandığı kırk beş dakikalık bölüm bile sıkılmadan izlenebiliyor.

Konu uyuşturucu olunca dizide sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz her karakterin hayatı birer birer parçalanıyor tabii. Bunu tahmin etmek zor değil; çünkü bir televizyon dizisi, her ne kadar kurgu da olsa görevini yerine getirmeli ve doğru bir ders vermeli, değil mi? Benim en sevmediğim şey, bu ders verme işte. Çünkü dünyada uyuşturucudan milyon dolarlar kazanıp yakayı ele vermeden şatafat içinde yaşayan bir sürü insan var. Ama bunu televizyonda gösteriyorsanız bunun aslında "kaka" olduğunu da göstermek zorundasınız.

Bu yüzden de dizinin final bölümünü Jesse'nin sonu dışında beğenmedim. Final, son demektir, evet, ama her son noktayla gelmek zorunda değildir. Daha fazla ipucu vermeden gideyim aslında. Şunun donuna bak ya!

Çoluk Çocuk Sanat Yumağı

90'larda Galata Köprüsü'nün altında neler döndüğünü biliyor musun? Ben bilmiyorum tabii ki, çocuktum. Ancak bugünün otuz yaş üstü sanatçılarının o yıllarda Galata Köprüsü'nü işgal ettiklerini çok duyduk. İnsan şimdi binlerce insana aynı anda şarkı söyleten insanların o dönemde batıya yüzlerini dönüp kendilerini, sanatı keşfettikleri yerleri merak ediyor. Her şehrin, her dönemin gerisinde böyle "underground" bir geçmiş yatıyor sanırım. Çoluk Çocuk'u okuduğumda hemen aklıma Galata Köprüsü geldi. Kim bilir daha nereler, ne insanlar ve ne hikâyeler var; ama İstanbul'un Chelsea Hotel'i de burası bence.


Bir müzisyen ve aktivist olarak bildiğimiz Patti Smith'in başka bir yönünü keşfediyoruz bu kitapla. Bu kadın, sanatın her noktasına dalıp çıkmış bir balık, tuttuğunun kanını emen bir kene adeta. Şöhret yolunda hiç de emin adımlarla ilerlemeyen çılgın ikili Patti Smith ve Robert Mapplethorpe’un yaşama başarısını anlatıyor kitap. Tesadüf eseri Brooklyn'de karşılaşıyorlar ve ömür boyu bitmeyecek bir dostlukla birbirlerine bağlanıyorlar. Beckett'in dediği gibi, deniyorlar, yanılıyorlar, tekrar deneyip daha iyi yanılıyorlar.

Patti Smith, Robert'a yaşadıklarını kitaplaştıracağına dair söz veriyor ve ortaya bu otobiyografik kitap çıkıyor. Aslında bu yalnızca ikisinin biyografisi değil, Patti Smith 60'lı ve 70'li yılların Amerika'sına da ışık tutuyor. Her satırda "şimdi hangi ressama hangi müzisyene rastlayacağım," diye düşünüp İstinyePark moduna geçiyorsun.

Aşk, bağlılık, bağımlılık, hırs ve inanılmaz bir sanat tutkusu var Çoluk Çocuk'ta. "Ben ne acılar çektim," diyene acıyı sorgulatıyor.

Elim Ayağım Boşalıyor: The Long Room

Daha önce birkaç kez Stendhal sendromu yaşadığımı zannetmiştim. Bilmiyorum, belki onlar da öyleydi ama gerçek Stendhal sendromunu Long Room'a girince yaşadım.

Telefonumla gizlice çektiğim titrek fotoğraf yerine bunu uygun gördüm.

Dublin'in en ünlü ve büyük üniversitesi Trinity College'da bulunan bu kütüphanenin en büyük ve ihtişamlı odasının ismi Long Room (Uzun Oda). 1700'lü yıllarda yapılmış burası ve kütüphanedeki binlerce eski kitap bu odada tutuluyor. Odanın iki kenarında ünlü düşünürlerin ve yazarların büstleri var.

Kütüphaneye İngiltere'de ve İrlanda'da basılan her kitaptan bir örnek gönderilmeye başlanmış 1800'lü yıllarda. Bu yüzden de aklına gelmeyecek kadar kitabın ilk basımlarını burada görebilirsin. İngiliz ve İrlanda edebiyatını çok seven biri olarak bilincimi, hareket kabiliyetimi kaybettiğimi söyleyebilirim.

Bir süre nefes almadan etrafıma bakındığım için vücudum titremeye başladı ve odadaki banklardan birine kendimi zor attım. Ciddiyim, şımarmıyorum. Long Room, unutamayacağım harika ve korkunç bi' deneyimdi benim için.

Book of Kells'i ve Trinity College'ı sonra ayrıntılı yazarım.

Amerika Üçlemesi: Dogville-Manderlay-Şey

Lars Von Trier, Danimarka'nın dünyaya en güzel armağanı herhalde. Ben, maceraya koşulan, duygulara ya da sinirlere oynayan, başı sonu olan filmleri değil; beni sarsan, bir süre sessiz kalmamı sağlayan ve yıllar sonra da bazı sahneleri ve diyalogları aklımda kalabilecek ağırlıkta olan filmleri seviyorum.

Dogville ve Manderlay, bu açıdan farklı ve eşsiz bir sinema deneyimi bence. Aslında Amerika üçlemesi olarak başlayan bir serinin iki filmi, üçüncü henüz yok. İki filmde de konunun geçtiği kasabalar bir tiyatro sahnesinde betimlenmiş. Görünürde duvarlar yok, odalar yok. Filmlerde görmeye alıştığımız para akıtılan dekorlar yok. Filmler şöyle bir sahnede geçiyor;


İnsan başta bomboş bir sahnede çekilen bir filme odaklanmanın zor olacağını düşünüyor; ancak kurgusu ve oyunculuklarıyla filmler seni kendine öyle bir çekiyor ki, bittiğinde "aa film tiyatro sahnesinde çekilmiş," diyorsun.

Dogville ve Manderlay genel olarak özgürlük ve demokrasinin eleştirisi diyebiliriz. "Kitap gibi film" denilebilecek diyaloglarıyla birlikte Trier edebiyatı, sinemayı ve tiyatroyu bir araya toplayıveriyor.

Gangsterlerden kaçan Grace Dogville kasabasına sığınıyor. İnsanların önce koruyup kolladıkları Grace'e karşı tutumlarının nasıl değiştiğini, sosyal psikolojinin nasıl işlediğini izliyoruz film boyunca. Kapitalizmin sert bir şekilde eleştirildiği filmin sonunda gerçek iyiyi ve gerçek kötüyü sorguluyoruz.


Manderlay'de ise Grace köleliğin kaldırılmasından 70 yıl geçmiş olmasına rağmen kölelik kanunlarıyla yaşayan bir çiftlikte kalıyor. Çiftlikteki zencilere özgürlüğün ve demokrasinin ne olduğunu öğretmeye çalışıyor. Ancak, alışmadık götte don durmaz, derler ya, bu sefer çiftlik sakinleri Grace'i sahipleri gibi görmeye başlıyorlar. Trier bu filmde köleliği eleştiriyor mu, yoksa alttan alta destekliyor mu, bu biraz düşündürücü.


Grace'i Dogville'de Nicole Kidman, Manderlay'de ise Bryce Dallas Howard oynuyor. Nicole Kidman'ın oyunculuğu Dogville'i, fikirler ve anlatım ise Manderlay'i daha değerli kılıyor benim gözümde. Üçüncü film gelirse yaşadık, ama Trier şu sıralar kafayı seksle bozmuş durumda; biraz zor.

Holibok filmlerinin cafcaflı havasından biraz sıyrılmak istersen Dogville ve Manderlay bütün gerilim ve heyecanıyla oracıkta duruyor.

Onor Bumbum'umuzu Mu?

Bi' iş arkadaşım dinlediğim müzikleri görüp "dur sana birini önericem, kesin seversin" demişti. Dinlediklerim arasında hiç elektronik müzik de yoktu, neden önerdi bilmiyorum. Neyse, iyi de yapmış Onor Bumbum linki atmakla. Modern aşk hikayeleri anlattığını iddia ediyor Onor Bumbum. Orasını bilmem, ama elektronik müzik dinleyeceksem bu kıvamda olmasını isterim, diye düşünmemi sağladığı kesin.

En sevdiğim Bum bu

Tanıştıktan sonra mesailer Onor'la geçti bir süre. Sonra Ghetto'da bir konserine gittim. Hatta gözlüklerimi takmadığım için Onor Bumbum'dan önce sahneye çıkan elektronik müzikçiyi o sanıp; "Bu Bumbum da amma dandikmiş ha, pek fos çıktı" falan demiş, konseri terk etmeye yeltendiğimde sahne önünden geçerken o olmadığını fark edip bir saat daha o zırıltıya katlanmıştım. Her kimse kusura bakmasın, çok kötüydü. Sıra Bumbum'a geldiğinde tabii ki görüşüm değişti, çünkü sahnede kendi şarkılarını mahvedenlerden değil Bumbum. Epey eğlenmiştim.

Bunlar olurken yıl 2011'di ve bir daha Bumbum'u göremedik; çünkü kendisini Amerika'ya kapattı. Ara ara birkaç şarkı daha attı önümüze ama ilk albümün etkisini yaratmadı tabii ki. Bir zamanlar e-posta listesine kayıt olmuştum. Her pazartesi bize komik tekerlemeler ve sendromu yenmemiz için bir playlist atıyordu. Şimdilerde onu kesti, Facebook'tan ara ara Spotify listeleri yapıp gönderiyor. Elektronik müzik seviyorsan bu adamın tavsiyelerine kulak verebilirsin. Hatta onu dinleyebilirsin bile!

İçerikleri Cebinden Çıkaran Uygulama: Pocket


Benimki gibi Big Brother'la yarışan bir şirketin varsa ve öyle internette gönlünce makale okuyamıyorsan, video falan izleyemiyorsan, gün içinde sağdan soldan gelen linkleri toplayıp, akşam evden -henüz- kısıtlanmamış internetinden bunu kolayca yapmanı sağlayacak bir uygulama var; ismi Pocket.

Pocket'ın kindle ve akıllı telefon uygulamaları da var. Chrome eklentisi sayesinde bilgisayarından tek tıkla sayfaları Pocket'a atabiliyorsun. Sonra ister telefonundan ya da tabletinden, ister bilgisayarından Pocket hesabında hepsini bir arada görebiliyorsun.

Mesela çok yoğunsun ve arkadaşın sana Skype'tan komik videolar gönderip duruyor. Sayfaları tek tıkla Pocket hesabına atıyorsun. Otobüste eve giderken telefonundan Pocket'ını açıp kaçırdığın videoları izliyorsun.

Uygulamanın güzel bir yanı da cebe attığın içerikleri video, makale, web sayfası olarak sınıflayabilmen. Beğendiğin içerikleri favorilerine ekleyebiliyorsun, sosyal medyada paylaşabiliyorsun ya da okudum, deyip arşive atabiliyorsun. Üstelik makaleleri direkt Pocket üzerinden okuduğun için başka sayfaların yüklenmesini beklemekle vakit de kaybetmiyorsun.

Ben buraya yazıların sonuna da Pocket butonu koydum, olur da üşenirsen atar cebe, sonra okursun.

Kabak Yalnızca Bir Sebze Değildir

Benim Kabak'a ikinci gidişimdi bu. Aslında iki yıl üst üste böyle cennet gibi sakin ve huzurlu bi' yere tatile gidince insan kendini biraz yaşlanmış hissediyor. Benden geçti herhalde, diyorum. Öyle yol kenarında otostop çeken, kim nereye giderse sürüklenen, günün her saati eğlence ve heyecan arayan insan içimden koşarak kaçmış. Geriye "şşt, sessiz kulaç at, kitap okuyorum!" diye söylenen kabı kalmış.

Kendimi sorgulamayı ve geçmişi özlemeyi bi' kenara bırakırsam Kabak'tan bahsetmeye başlayabilirim sanırım. Dünyanın her yerini tabii ki gezmedim ama şunu söyleyebilirim; Kabak, en azından buralarda bulabileceğin en güzel renkli denize sahip. Etrafta da harika koylar var, hem denize girilecek hem de öylece dakikalarca bakılacak koylar. Yirmi dakikalık mesafedeki Kelebekler Vadisi'ne yaklaştığımızda güzellikten nutkum tutulmuştu. Tabii yaklaştıkça her şey değişiyor; turizmin Allah belasını versin! Koskoca günde sadece bir tane kelebek gördük, tepemiz yana yana yarım saat yürüyüp, insanların sırayla duş gibi altına girdiği şelalede ıslandık ve sahildeki gerçek kayaların içine yapılan rock barda bi' bira içtik; bu kadar. Her şey sırayla yapılıyor, müze gibi. Yerebatan'daki deliğe parmak sokmayı bekler gibi bekliyorsun doğanın ortasındaki müthiş güzellikleri görebilmek için. Ben sevmiyorum.


İkinci sene değişiklik yapıp Kabak'taki dağların içine gizlenen şelaleye gittik. Yanımızda yarım şişe su vardı sadece ve daha yolun başındayken saçıma tutunan salak arı da bizimle tepelere çıkmaya niyetliydi. Yüz metrede bir ağlamak için durarak onca yolu kat ettim. Ama sonunda bulduğumuz şey gerçekten cennetten çıkmaydı. Değdiği anda donduran bir su, aşağıda minik bi' gölet oluşturmuş. Üzerinde öylece düşmüş çiçek yaprakları falan. Görüntü lüks otellerin SPA salonlarını andırıyor. Kraliçe arıyı ve susuzluktan çürüyen ağzımı tamamen unutup tatilin en güzel dakikalarını geçirdim orada. "Dünyada bunlar varken biz neden çalışıyoruz?" diye birbirimize sorup durduk açık ağızlarla. Kendimizi dondurma yapana kadar batıp çıktık gölette. Tüm işkencelere değermiş, denemelisin.


Diğer günlerin çoğunu deniz kenarında kitap bitirme yarışması yaparak ve adını "şarkışla" koyduğumuz o müthiş tatil şarkıları listesini dinleyerek geçirdik. Akşamları da gökyüzünün altında öylece yattık.

Biz Kabak'ta Turan Hill Lounge'da kaldık. Burası, civarda oda fiyatı uygulaması olan tek yer sanırım. Denize hemen beş dakika yürüme mesafesinde, ama terasından ve restoranından baktığınızda denizin hemen üstünde kalıyorsunuz; manzarası harika. Bir başka harika olan şeyi de yemekleri, özellikle tatlıları. Daha sabah uyandığımızda "akşam hangi tatlı çıkacak acaba?" diye sorup durduk hep.


Konfor arayan, titizlik takıntısı olan, su parklarında götünü çürütmeyi seven ve klimasız tatil geçiremeyenlerin gitmesine gerek yok. Ne Kabak, ne de Turan Hill seni mutlu edebilir o zaman. Seni Ölüdeniz'e doğru alalım canım, sıkışın biraz, daha yer var arkalarda, görüyorum.

Bereket Bize Pierogi Yapsana!

Bir iş görüşmesinde "şimdi öleceğini bilsen ne yemek istersin," diye sormuştu biri, hiç düşünmeden mantı demiştim. Yüzünü buruşturup, çok gelenekçi biri olabileceğimi söylemişti. Ben de "fark etmez, sonuçta ölmüyor muyum," demiştim. Gerçi yemek konusunda gelenekçi olmanın ne zararı olabilir, bilmiyorum.

Polonya'ya gitmeden önce yemekler konusunda çok heyecanlıydım, çünkü her gün mantı yiyebileceğime inanıyordum. (Yedim de!) Mantının Polonya'da geçirdiği evrimle ortaya çıkan bir yemek pierogi. Bizdeki gibi haşlanmışı var, kızarmışı var. Bizdekinden farklı olarak bol bol malzeme çeşidi var. Ben ıspanaklısını, mantarlısını, etlisini ve çileklisini denedim. Hepsi birbirinden nefisti. Jakub bana pierogi'nin yapımını biraz anlattı, daha doğrusu ben ona anlattım, çünkü pek bir farkı yok mantıdan. Mantı hamurunu Kayseri usulü mini mini değil de bardakla falan kesip içine kocaman bir parça harç ekliyorsun, kapatıp kaynayan suya atıyorsun; ya da özel döküm tavada az yağda kızartıyorsun. Allah, kokusu burnumda!



Polonya'da sadece iki kente gittim; ama ikisinde de hemen her restoranda var pierogi. Gene de Varşova'da Zapiecek isimli restoranda yemekten daha büyük haz aldım. Yöreye özgü bir atmosfer var ve ortalık cıvıl cıvıl yöresel kıyafetlerle servis yapan garson kızlarla dolu. Bi' gün ekşi kremalı çilekli pierogi yaparsam, tatmaya beklerim.

Şimdi bu lezzet açlığıma Bereket Usta'nın pilav yanında yaptığı bol yağlı ve acılı yemeğiyle son vermeye gidiyorum. :(

Ohio Impromptu: Son Söz Sende Kaldı

Zamanda yolculuk için tek yön bir bilet verseler hiç düşünmeden Beckett'in yanına giderdim. Dünyayla ilgili edindiğim bir sürü sorunu ona borçluyum ve nedense içli dışlı tüm vücudumu boka bulasa da gözlerimi açtırdığı için ona minnettarım.

Ohio Impromptu, yani Ohio Doğaçlaması, Samuel Beckett'in yazdığı kısa bir oyun. Benim oyunla tanışmamı sağlayan ise oyunun filme çekilmiş haliydi. Jeremy Irons, Beckett On Film projesi dahilinde bu oyunda hem Dinleyici hem Okuyucu rolünde oynuyor. Sanırım saydığım isimler filmin ne denli başarılı olabileceğini işaret ediyor.

Oyunumuzda iki karakter var. Uzun beyaz saçları ve siyah kıyafetleriyle dikdörtgen bir masanın iki yanında oturuyorlar. Okuyucu dediğimiz karakter, Dinleyici dediğimiz karaktere bir kitabın son sayfalarını okuyor. Sonlardan korkan dinleyici de elini ara sıra masaya vurup okuyucunun okuduğu son cümleyi tekrar ederek okumaya devam etmesini sağlıyor. Ancak Okuyucu, anlatılacak hiçbir şey kalmayana dek okuyor ve oyun bitiyor. Bitiyor...

Beckett'ın bu oyunda sevgili dostu James Joyce'u betimlediği de düşünülmüş, ancak bir açıklamasında aslında bu oyunda karısından ilham aldığının sinyallerini vermiş. Kırk küsür yıllık birlikteliklerinde karısının sürekli öldüğünü düşünen Beckett, bunun nasıl dayanılmayacak bir şey olduğunu Dinleyici'nin yasında göstermiş, belki Dinleyici'nin elini sürekli masaya vurması da Beckett'ın bitişin, ölümün geciktirilmesi, mümkünse hiç gelmemesi için yaptığı bir harekettir.

Ohio kelimesini biraz araştırdığımda da harflerinden dolayı Beckett'ın bu kelimeyi seçmiş olabileceğini gördüm. Beckett deyince aklımıza gelen boşluk, yokluk, hiçlik kelimeleri Ohio'nun iki O'sunda temsil edilmiş olabilir. Aradaki "i" ise doğum ve ölüm gibi kocaman birer boşluk arasında sivrilen hayatımızı temsil ediyor olabilir, ya da sadece "ben"i. Okul biteli çok oldu, açıkçası metin incelemeyi biraz unuttum, kusura bakma.

Gene de Beckett'ın beni ağzım açık saatlerce tavanlara bakarak düşündürmesini çok seviyorum. Son sözü söyleyen mi son sözü söylemiştir gerçekten? İzlesene...

İş yerinden Youtube'a giremeyen biri olarak umarım yanlış videoyu koymuyorumdur.

Beynime Beynime Lumosity


Aklıma gelmeyen her kelime için "turnike" kelimesini kullanmam sanırım Can'ın dikkatini çekti. Belki de en baştan beri beynimin gerçekten teklediğini görüyordu ki bana bu uygulamayı önerdi. "Bilmemne yapıyormuş, sen de yapsana her gün."

Zihin sağlığını ve günlük hayatımızda çeşitli darbeler alan beynimizin performansını biraz artırmak için geliştirilen bir program Lumosity. Henüz Windows Phone'da olmadığı için iPod'da oynuyorum. Evet oynuyorum, çünkü benim için heyecanlı bir oyun bu uygulama. Web sitesine ya da uygulamaya ücretsiz üye olabiliyorsun. Sana her gün üç zihin egzersizi veriyor ve sen günden güne gelişmeye başlıyorsun.

İşin bilimsel kısmını bilmiyorum. Egzersizleri yaptıktan sonra çıkan beyin analizime baktığımda hâlâ bir şey anlamıyorum. Belki zamanla onu da anlamaya başlarım, kim bilir. Uygulama sayesinde dikkat dağınıklığıma çözüm bulabileceğimi umuyorum sadece.

Kimi zaman yürüdüğüm için konuşamadığım, çoğu zaman doğru kelimeleri bulamadığım için Can'ın bu eğlenceli "tedavi" önerisine hayır diyemedim. Egzersizleri her gün yapmayı unuttuğum oluyor, umarım bu unutkanlığımı da geçirecek egzersizler gelecek ilerleyen zamanlarda.

Çok beğenirsem paraya kıyıp ücretli turnikeye de geçerim diyorum.

Seksenler Doksanlar Değil; That 70s Show


ÖSS'ye adanmış bir hayatı olan her liseli genç kız gibi ben de televizyon izlemiyor, her akşam sekiz şekerli bir fincan kahve eşliğinde uslu uslu testlerimi çözüyordum. Ama kendimi bir şekilde ödüllendirmem gerekiyordu. Tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum ama bir akşam okuldan eve geldiğimde TV8 açıktı ve bir dizinin ilk bölümü başlamıştı. İçinde benim yaşımda Amerikalı gençler vardı. Kıyafetler, müzikler, tavırlar da yetmişlerden kalmaydı. Orta okul ve lise yıllarımda 60lar, 70ler ve 80ler'de yapılan müziklerden oluşan bir arşivim vardı. Arşiv dediğim de doldurma kasetler işte. O yüzden bu dizi ilk bölümünde hemen dikkatimi çekti. O zamanlar TV8 yabancı dizileri altyazılı veriyordu. (Daha sonra That 70s Show'u dublajlı yayınladıklarını annem görmüş, hiç beğenmemiş.)

Neyse, ben her okuldan geldiğimde bunları izler oldum ve hayatımın ilk gerçek komedi dizisine lise yıllarımda kavuştum. Topher Grace'in Eric hali hâlâ en sevdiğim halidir. Onun saflığı ve inceliği (fiziksel olarak) bana çok tatlı geliyor. Ne zaman That 70s show izlesem Eric'çiğime üzülüp duruyorum. Maskülen ve baskın tavırlarıyla Donna, pek sevdiğim bir karakter değil, diğer kadın karakterler olan Jackie, Kitty ve Laurie de fazla bıcır bıcırlar ya da cinsiyetleriyle fazla öndeler. Tabii bunları lisedeyken düşünecek değilim, ama hiçbirine o kadar da ısınamadım.

That 70s Show'da herkesin tanıdığı ve çoğu insanın beğenmediği Ashton Kutcher da var ve bence serinin en komik, en tatlı karakteri o. Daha sonraki işlerini -Kelebek Etkisi hariç- hiç bilmiyorum, çünkü bu adam benim gözümde Kelso olmaktan öte gidemiyor. (Öyle de kalsındı!) Şu herkesin bayılarak izlediği The Big Bang Theory'deki Raj karakterini gördükten sonra diziye ancak bir sezon katlanabilmiştim. Bunun sebebi Raj'ı direkt That 70s Show'daki Fez'den çakmış olmalarıydı. Fez, daha önce hiçbir dizide ya da filmde yaratılmamış, ismini hiçbir zaman öğrenmediğimiz "yabancı" karakter. Yabancı ve genç bir erkek ne kadar güzel anlatılırsa, Fez de o kadar güzel anlatılmış. Müthiş bir oyunculuk yeteneği, harika esprilerle buluşuyor; Fez benim favori yabancım!

Her gençlik dizisinde böyle cool, umursamaz bir karakter vardır. İşte Hyde onların babasıdır. Son iki sezonda karakteri biraz paramparça etmiş olsalar da Hyde'ın bazı repliklerini hâlâ unutmam. Sol yanağı kaldırıp "whatever" demeyi Hyde'dan öğrendik!

Bizim Ferhunde Hanımlar gibi uzun soluklu bir dizi aynı zamanda That 70s Show. Lise yıllarımda diziyi bitiremediğimden tüm sezonlarını indirip bir ayda falan izlemiştim. Sekiz sezon katlanabilirsen ne alâ, çünkü katlanmayı zorlaştıracak şeyer de oluyor şimdi "spoiler" olmasın diye söyleyemiyorum.

"Hello ladies!"

Bana Yaz

Ad

E-posta *

Mesaj *